Kusurlu Fotoğraflar

Kusurlu Fotoğrafa Övgü

Dijital fotoğrafçılık, mükemmel olmayan her fotoğrafı arşivlerimizden kolayca silmemize olanak tanıyor. Aslında aradan geçen zaman ile o kusurlu, kötü çıkmış fotoğraflar hayata dair daha kişisel ve samimi detayları bize yansıtıyor.

Bazı kusurlu fotoğraflarda, kusursuz fotoğraflarda hiç rastlayamadığımız bir şeyler var…

69 yaşındaki babam, kocaman fotoğraf arşivini sanal ortama geçirme çabasına girdi bugünlerde. Bu çabasının sonucunda da hiç beklenmedik bir anda ailecek sahile gittiğimiz bir günden ya da çok eski bir aile tatilinden üç-beş kare e-mailimin genel kutusuna düşüyor.

Hiçbirinde öyle göz kamaştıran günbatımları ya da Instagram’a koymaya değer bir yiyecek karesi yok. Ancak, bu eski püskü fotoğraflar, günümüz klişelerinden daha çok ilgimi çekiyor.

Bir tane fotoğrafta, yüzü karenin dışında kalmış olan annem, ben kameraya bakarken saçlarımı örüyor. O zamanlar iki yaşında olan kardeşim ise kameraya doğru uzanmış. Renkler bazı yerlerde çok açıkken bazı yerlerde daha karanlık. Benim mini elbisem ve kardeşimin kot tulumu gibi yerdeki turuncu halı kaplama da “70’li yıllar buradaydı!” diye bağırıyor adeta. Fotoğrafa baktığımda, babamın makinesine dönerken hissettiğim saçımdaki nazik çekişleri tekrar hissedebiliyorum.

Başka bir fotoğrafta ise tatile çıkmışız; Beş kişilik bir aile olarak, parktaki bir banka sığışıp kendimizce saklanmaya değer bir poz vermişiz. Ancak belli ki bir şeyler yolunda gitmemiş. Bazı fotoğraflarda hiçbirimiz kameraya bakmamışız. Diğerlerinde ise ya gözlerimiz yumulmuş ya da kapalı çıkmış. Ve bazılarında ise ergenliğe yeni girmiş olan kardeşim tüm bu fotoğraf çilesinden sıkılmış görünüyor.

Bu fotoğrafların hiçbiri evimizin duvarlarını, hatta buzdolabımızın kapağını bile süslemedi. Filtrelenmemiş, hafif bulanık çıkmış bu fotoğraflar o günlerde gözümüzde oldukça değersizdi.

Bugünse gelen kutumdaki diğer postaların yanında en kıymetli postalar haline geldiler.

Babam eskiden beri fotoğrafçılığı çok severdi. Yıllar içerisinde Canon’dan, Nikon’a, tek karelerden video kameralara (kardeşimin kafası kadar büyük bir video kameramız vardı) sürekli değişmesine rağmen babamın kameraları, ailemizin altıncı bir üyesi haline gelmişti.

Durmadan deklanşör sesi duymak ise aile tatillerimizin olmazsa olmaz bir parçası haline geldi. Bir şelalenin suları ile oynarken ya da ellerimle solucan bulabilmek için toprağı eşelerken babamın sesini duyardım. Baktığımda ise onun lensi, o anki gülüşümü, asık suratımı veya da bıkkın bakışlarımı yakalardı.

Ve içinde 4 bin fotoğrafımın bulunduğu iPhone’umun aksine babamın çektiği kareler kameranın içinde çok uzun süre kalmazdı. Eve döndüğümüz gibi film rulosunu hemen sarmak ve basıma göndermemiz gerekirdi.

Bir önceki aile gezisini unutacağımız kadar vakit geçtikten sonra bodrum katında küçük bir şov düzenlenirdi. Işıklar kapanır, projektörün gürültülü tekeri dönmeye başlar ve bir süre önce yaşadığım anlar karşımdaki duvara yansırdı.

Nefret ederdim bundan. Tabii ki bazen küçük gülüşmeler olurdu ama bu olay genellikle biz çocuklar için bir işkenceydi. Şovun ardından ışıklar geri açıldığında oradan kurtulabilmek için vargücümüzle dışarı koşardık.

30 yıl sonra ise bu senaryo çok değişti.

Bu kötü çekilmiş fotoğraflar adeta sihirli bir hale geldi.

Herbiri, bizim aile geçmişimizi yansıtıyordu: kardeşim ilk doğduğunda yaşadığımız şok, annemin modaya öncü olmuş giysileri ve benim kontrolden çıkmış saçlarım…

Ve her biri bana başka bir anıyı hatırlatıyor: büyükannemin eski dokunuşlarını, -dürüst olmak gerekirse o günlerde resmen işkence ettiğim- küçük kardeşimin soğuk bakışlarını, ergenlik öncesinde yaşadığım özgüven ve birkaç yıl içerisinde özgüvenimin sönüşü. Hepsi buradaydı işte… Biraz bulanık ya da yarısı kareye girememiş olsa bile.

Şimdi büyümüş olduğum için bu fotoğraflar çok ilgimi çekiyor; ailemizin geleceğine dair ipuçları gizliyor içlerinde. Fotoğraflarımı bir de kendi oğullarıma gösteriyorum ve büyükbabalarının nasıl “maço” göründüğüne ve büyükannelerinin uzun buklelerine hem hayret ediyor, hem gülüşüyorlar. Fotoğraflar şu ana kadar tanıdıkları insanlardan uzak olduğu için bizleri daha iyi tanıyor ve daha iyi anlıyorlar. Mesela ben, bir zamanlar onların yaşındaydım. Ve büyükanne ve büyükbabalarının onları şımartmak dışında başka işleri de vardı.

Fotoğraf çekmek günümüzde oldukça sıradanlaştı. İstediğimiz her şeyi, her an cep telefonumuzla çekiyor ve eğer 16×9 boyutunda bir kağıda basmaya değmeyecekse anında siliyoruz. Geri kalanları ise filtreleyip, kırpıp, bir şekilde bir işlemden geçiriyoruz. Bence tüm bu işlemler sırasında fotoğraflardan bir şeyi de kaybediyoruz.

Babamın bana gönderdiği fotoğraflar içerisinde en sevdiklerim aslında en hatalı olanlar. Çekilirken ailenin haberinin bile olmadığı, taranmamış saçlarımız ve kırışmış giysilerimiz, kısacası hayatlarımızın en sıradan anları betimlenmiş adeta.

Bu gelen kutumdaki minik hediyeler sayesinde babamın ikinci bir çekim bir yapamaması veya kötü fotoğrafları silememiş olmasına minnet duyuyorum. Ve kusursuz fotoğraflarımı çekmekten ne kadar keyif alsam da çektiğim en kötü fotoğrafları bile çocuklarıma vermek üzere saklayacağımı fark ediyorum.

 

 

 

Kaynak: http://www.nationalgeographic.com.tr/makale/kesfet/kusurlu-fotografa-ovgu/2516

Görüntülenme Sayısı:
555
Kategoriler:
National Geo · Tarih

Yorumlar yapılamaz.