NERMİN YILDIRIM: “ŞİFA BİR GÜNAYDINDA, TEBESSÜMDE, ANLAMA VE ANLAŞMA ÇABASINDA”

Nermin Yıldırım, Türk edebiyatının en güçlü kalemlerinden biri. Akıcı dili, zeka parıltısı saçan kurguları ve ilmek ilmek işlediği karakterleriyle okurlarına “Acaba bir sonraki romanı ne zaman çıkacak?” dedirtiyor. Kendisiyle yeni romanı ‘Misafir’ i, yazarlık serüvenini ve kadın hikayelerini konuştuk.

RÖPORTAJ: Yasin Buğra LEVENT

Verdiğiniz bir röportajda kendinizi “basit, sıradan ve kendi halinde hayatını sürdüren biri” olarak tanımlamışsınız. Bu aralar hayatınız nasıl gidiyor? Gündeminizde neler var?

Röportajı hatırlayamadım ama belli ki o zamandan beri değişen pek bir şey yok. Sadece kısa süre önce yeni bir roman yayımladım. En büyük değişiklik o oldu. Yani uzun bir yazma maratonundan çıkıp dinlenme dönemine geçmek.

Yazmanın sizin için bir tutku olduğunu ne zaman fark ettiniz?

Galiba ilk defa sorulduğunda fark ettim. Biri sormadan önce bu konuda bu biçimde düşünmemiştim. Hayatınızda kendiliğinden olan, öylece oluveren şeyler hakkında pek düşünmezsiniz. Neredeyse yazmayı öğrendiğimden beri bir şeyler karalıyorum. Kendimi bildim bileli yazıyla haşır neşirim diyebilirim. Hatta eskiden herkes böyle yapıyor sanırdım. Öyle olmadığını anladıktan sonra da bende farklı bir tutku var diye bakmadım meseleye. Bazılarını saçlarının kızıl olması, kimisinin yüksek sesle konuşması, ya da kiminin yemeği ağır ağır çiğneyerek yemesi, yani zaten kendi doğalında öyle olması gibi ben de yazıyordum işte. Sonradan tutku dediler, biraz şaşırdım. Ama böyle konumlamaya alıştım da. İnsan tuhaf varlık, durmadan kendine daha güzel bir hikâye yazmaya çalışıyor.

“İnsan tuhaf varlık, durmadan kendine daha güzel bir hikâye yazmaya çalışıyor.”

‘Misafir’ romanınızı yazarken size ne ilham verdi? Bize anlatmaya çalıştığınız şey nedir?

Normalin ve anormalin hızla içiçe geçmesi, evvela teker teker, sonra da topluca çıldırma hali; bana ilham veren bunlardı. Mekan olarak bir akıl hastanesi kullandım ama romanın delilerini buraya doldurmuş değilim. Aksine hastanenin içini ve dışını göstererek, kimlerin daha çok aklını kaçırmış olabileceği üzerine tartışmak istedim. Kuşkusuz burada delilikten kastımız biyolojik kökenli hastalıklar değil. Roman da o insanların hikâyesi değil. Bir parça daha politik bir tanım üzerinden ele alıyorum konuyu.

“Toplumsal normları, biçimlendirilmiş normali, yaftalanmış anormali, toplumun kendisine benzemeyenleri ve hatta varlığını tehdit edebileceğine inandığı ayrıksı fertlerini nasıl cezalandırdığını anlatmaya çalışıyorum. Ve tabii soruyorum: Normal nedir? Anormal nedir? Peki biz hangisiyiz? Dahası, nasıl bu hale geldik?”

Misafir’ in biri geçmişten, biri gelecekten bahseden kadın karakterleri Esin ve Rikkat’ten bahsedebilir misiniz?

Esin adına Ev denen bir akıl hastanesinde, Misafir denen hastalardan biri. 19 yaşında genç bir kadın, Ev’e neden getirildiğini bulmaya çalışıyor. Bu yolculukta umulmadık gerçeklerle karşılaşacak. Rikkat’sa 60 yaşında bir hemşire. Bazı ziyaretçileri var. Mesela yıllar evvel ölen annesi ziyaretine geliyor geceleri. Bir de geçmişi, hiç yakasından düşmüyor. Rikkat vasıtasıyla Ev’in dışındaki dünyadan haberler alıyoruz. Topluca çıldırmamızın emarelerini toluyoruz. Rikkat bugünden memnun olmayan herkes gibi geçmişe sığınmış, hep bir şeyler hatırlıyor. Yarım kalmış sözcükleri, kursaktaki düğümleri, yaşanamamış aşkları, hayal kırıklıklarını… Ve bir de sonsuz bir güvenle yıllarca kapısında muhafız gibi dikildiği Ev’in aslında ne işe yaradığını anlamaya çalışıyor. Parçası olduğumuz bütün, sandığımızdan daha tekinsiz bir anlama sahip olabilir mi? Bir gün inandığımız şeylerin pek de sandığımız gibi olmadığını öğrenirsek ne yapacağız? Gözlerimizi ve kulaklarımızı mı kapayacağız, yoksa ağzımızı mı açacağız?

“Aradığımız şifa bir günaydında, tebessümde, anlama ve anlaşma çabasında.”

Sizce yaşadığımız bu çağda aradığımız “şifa” nerede? 

Birbirimizde kuşkusuz. Çok uzak bir yerde değil, çok zorda da değil. Bir günaydında, tebessümde, anlama ve anlaşma çabasında. Yalnızların oluşturduğu bütün bu kalabalık, kendini anlayacak tek bir kişi bulamamaktan mustarip. Yalnız olduğuna inanmış koca bir kalabalığız yani. Çok saçma değil mi?

Yarattığınız kadın karakterlerinizin kendinize benzer yanları var mı?

Muhakkak vardır. Geçmişim benzemiyorsa da geleceğim benziyor olabilir. Ya da belki geleceğimin benzemesinden korktuğum, yahut geleceğimin benzemesini umduğum karakterler yazıyorumdur. Bunları bilemem. Ebette yazdığım her şey kurmaca, ama kadın, erkek, çoluk, çocuk, hayvan, taş, duvar, kimliği ne olursa olsun, yazdıklarımdan tümüyle bağımsız olduğumu iddia etmek zor.

Kadın hikayelerini sizce en iyi anlatan yazarlar kimler?

Sevgi Soysal, Leyla Erbil, Margaret Atwood ve daha pek çok isim sayılabilir kuşkusuz.

Bütün romanlarınızda çarpıcı bir kurgu ön plana çıkıyor. Bu kadar yaratıcı olmanızın sırrı nedir? Yazım sürecinde sizi neler besliyor?

Zarif iltifatınız için çok teşekkür ederim. Yazıyı bir oyun alanı gibi düşünüyorum ve yazarken bol bol oyun oynuyorum. İlhamımı hayattan alıyorum ve çok eğlenerek yazıyorum ama bir yandan da son derece kontrollü ve disiplinli olmaya çalışıyorum. Her şeyi ince ince kuruyorum; kaç bölüm yazacağımı, nerede ne olacağını, nasıl biteceğini, daha başlarken biliyorum. Çünkü masaya oturmadan evvel uzunca bir süre her şeyi kafamda yazıyorum. Sahiden yazmaya başlamadan önce haritalar oluşturuyorum, sözlükler çıkarıyorum. Sonrasında kaleme aldığım her şey şahane filan da olmuyor, bir metni ortalama yedi kere yazıyorum. Bu da şu demek; yaratıcılığa bir, çalışma ve gayrete beş yaslanıyorum.

Barselona- İstanbul hattında yaşamak eserlerinize nasıl yansıyor?

Bundan emin değilim. Ülkemiz hareketli bir dönemden geçti, geçiyor. Hal böyle olunca aklım çok fazla Türkiye ile meşgul. Uzaklık da bir mercek gibi, her şeyi olduğundan büyük görmeyi sağlıyor. Bu da dramatik olarak yansıyor muhtemelen romanlara.

“Sağlık mühim şey. Hem akıl sağlığı, hem fiziksel sağlık. Bunlara sahip olunca gerisi daha kolay halledilir diye düşünüyorum.”

Sizin için ‘aşk’, ‘sağlık’ ve ‘mutluluk’ kavramları ne ifade ediyor?

Sağlık mühim şey. Hem akıl sağlığı, hem fiziksel sağlık. Bunlara sahip olunca gerisi daha kolay halledilir diye düşünüyorum.

Aşk bir tür coşku hali, hayatı güzelleştiriyor, üstümüzdeki ölü toprağını silkelemeye yarıyor.

Mutluluksa, hep anlattıkları, çeşitli yöntemlerle satmaya çalıştıkları gibi, yekpare, kesintisiz bir ruh hali değil bence, anlık sıçrayışlardan ibaret. Mutluluğa çok kafayı takarsak mutsuz oluruz. Mutluluğun ancak mutsuzlukla birlikte bir anlamı olabileceğini de unutmamak gerek.

‘Misafir’ 5 Ekim’de raflarda yerini aldı. Yeni romanınız için hazırlıklar başladı mı?

Bir romana vedalaşmak zaman alıyor. Vedalaşmadan yenisiyle haşır neşir olmaya çalışmak tehlkeli biraz. Üstelik yazmak ruhu havalandırdığı kadar yoran da bir şey. Velhasıl şimdi biraz okuyacağım, izleyeceğim, ruhumu besleyeceğim.

Görüntülenme Sayısı:
513
Kategoriler:
Yaşam

Yorumlar yapılamaz.