Zehirli Masallarla Büyütülmek

Bu blogda çoğunlukla boğuştuğum olumsuz hislerin ve yeme bozukluğumun üzerimde yarattığı baskının sonucu olarak dolup dolup taştığım anlarda yazdığım –çoğu maalesef karamsar bir havada olan– yazılar paylaşıyorum. Bu kişisel yazıların yanı sıra, yeme bozukluklarıyla ilgili okuduğum özellikle İngilizce kitap ve makalelerden ya da izlediğim videolardan özet-derleme çeviriler yapıp yayımlıyorum. Başta bunların beni daha kötü etkilemelerinden ya da güvenilir olmayan kaynaklara başvurmaktan çekiniyordum.

Sonra şu sonuca vardım: Bu konu üzerine yazıp çizen, araştıran sorgulayan birçok insan var ve siz bir noktadan sonra hangi kaynaklara güvenebileceğinizi anlayabiliyorsunuz. Örneğin, başta yeme bozukluğu olan insanların günlükler halinde tuttuğu anı/roman türü kitapları çok okuyordum ama bunlarda özellikle seçici olmam gerektiğini hissettim. Çünkü yeme bozukluklarında rekabet ve kıyaslama güdüsü maalesef çok baskın ve siz hiç farkında olmadan kendi durumunuzu –ne kadar hasta olduğunuzu– okuduğunuz kitaplardaki insanların durumuyla karşılaştırabiliyorsunuz. Ve kendinizi –yeterince hasta görmezseniz– size iyi gelsin diye okuduğunuz şey zarar verebiliyor.
Bu nedenle, daha çok bilgi vermek amacıyla yazılmış ve istatistiklere, iyileşme vakalarına, tedavilere yer veren; hastanelerin, doktorların ya da yeme bozuklukları merkezlerinin yayımladığı içerikleri okuyorum uzun zamandır. Ve özellikle –kişisel gelişim– kategorisiyle yayımlanan kitaplardan köşe bucak kaçıyorum. Ama birçok konuda olduğu gibi burada da çok fazla önyargılı davrandığımı gördüm. Küçüklüğümüzden beri bize tatlı tatlı yutturulan “Zehirli Masallar”ın iç yüzünü bir de sevgili Arzu Özev’den dinlemeseydim, ölçüsüz korunma güdüm yüzünden çok şey kaçırmış olacaktım.

Zehirli Masallar beni birçok açıdan şaşırtan bir kitap. Belki yine önyargılarım konuşuyor ama İngilizce yazılmış kaynaklarla karşılaştırıldığında yeme bozuklukları üzerine–hem nitelik hem nicelik açısından– Türkçe yazılmış yeterli kaynak olduğunu düşünmüyorum. Muhtemelen İngilizcede yazılmış kaynakların çokluğuyla karşılaştırmam pek adilce olmadı ama sayıları zaten az olan bu Türkçe kaynakların en azından güvenilirliği ve samimiyeti açısından daha tatmin edici olmasını diliyorum. Eh, şimdiye kadar elimden pek böyle bir kitap geçmemişken ve ben umudumu kesmişken Zehirli Masallar beni hem şaşırttı hem de mutlu etti. Ve umut verdi.

Anoreksiya nervozayla mücadele eden birine “mankenlere özendiğin için mi kendini aç bırakıyorsun?” türünden soruları ancak bu hastalıkları medyadan duyup işittiği kadarıyla bilenler sorar. Karşılığında “evet, kendimi sürekli aç bırakmam da tırtıkladığım yiyecekleri yakmak için deli gibi spor yapmam da hep mankenlere özendiğim için” cevabı geliyorsa, o kişi eminim ki bu tür sorulardan bezmiştir ve kendini açıklamaya çalışmaktan yorulmuştur. Şimdi şunu dese: “Kendimi duyamıyorum. Sanki bu ben değilim, aradığım bir ben var. İçimde bir yerlerde aslında, hissediyorum ama unutmuş gibiyim de. Doğduğum günden beri zihnime, kulaklarıma, bedenime, ruhuma dolan her şey onu bastırmış bastırmış en diplere itmiş gibi. Güçsüzüm. Yetersizliklerime tahammül edemiyorum. Ama bunda iyiyim, başarılıyım. Yememekte yani.” Özev’e de çocukluğunda ‘aykırı’ davrandığında sorununun ne olduğu sorulmuş hep ama soranlar da hep duymak istedikleri cevapları beklemiş. Hem tutup oysa ben, içine doğduğum dünyanın görmezden geldiği ruhumla bağ kurmaya çalışıyorum sadece… dese kendini aradığını fark edecekler miydi? İnişli çıkışlı geçen ve pek çok olumsuz duyguyla baş etmeye çalıştığı yıllarda zaten içinde olan güce o kadar yabancılaşmış ki ruhuyla bağ kurmanın yolunu yeme bozukluğu gibi dipsiz kuyularda aramaya kalkışmış.

Yukarıda alıntıladığım cümleyi okuyunca “işte, ben de aynen böyle hissediyorum!” demekten kendimi alıkoyamadım ve kendisine bir mesaj yazarak bu hissimi paylaştım. Biraz sonra e-posta kutuma sıcacık bir cevap gelince Zehirli Masallar’da dere tepe aşarak boşa yol kat etmediğime daha bir inandım. Demek ki yazar da yeme bozukluğu gibi bağımlılıkların ve kendimize zarar verdiğimiz türlü yolların aslında ruhsal bir arayışın sonucu olduğunu biliyordu. Bu arayışı içimizdeki güce yönlendirmektense anoreksiya ve bulimia gibi sahte ellere teslim ettiğimizde ya da yalnız kalacağımızdan ve sevilmeyeceğimizden korkarak başkalarını memnun etmeye, onlar için yaşamaya çalıştığımızda ruhumuzla yeniden bağ kurmak bir yana içimizdeki boşluğun gittikçe büyüdüğünü söylüyordu işte. Ve o boşluğu da ya yemeyerek ya da çok yiyerek doldurmaya çalışıyorduk…

Peki, ne oluyor da doğduğumuzda içimizde olan bize özel, bizi mutlu ve huzurlu bir insan yapacak olan gücü kaybediyoruz? Değerli ve yetenekli olduğumuz neden hiç aklımıza gelmiyor da sürekli yetersizliklerimizden yakınıyor ve kendimizi başarısız sayıyoruz? Özev, öğrenciliğinin bir dönemini geçirdiği Amerika’da matematik hocasına matematiği beceremediği için kendini yetersiz, başarısız ve eksik hissettiği söyler. Daha çok çalışmalısın diye bir öğüt beklerken (eh, güzel ülkemizin eğitim sisteminden çıkmıştır ne de olsa) hocası şöyle der: Arzu, herkes her konuda yetenekli olmak zorunda değil. Hayat matematik demek değil. Bak, İngilizcen harika, kalkıp buralara gelmişsin, yeni bir kültürü keşfediyorsun. Senin de başka konulara ilgin ve yeteneğin var. Kendine acımayı bırak. Özev’in bu duyduklarına şaşırması ve sorgulamaya başlaması gibi ben de önce şaşırıyorum. 16 yıl öğrencisi olduğum bu sistemde böyle bir cevap almış mıydım? Ama bir dakika; sanırım ben hiçbir hocama gidip yapamadığım bir ders yüzünden kendimi yetersiz hissettiğimi söylememiş (söyleyememiş?) ve dertleşmemiştim. Elbette bu türden hisleri çokça yaşamıştım ama paylaşmaktan bile çekinmiş, kendimi hırpalayıp durmuştum. Özev de hocasıyla yaşadığı bu andan sonra sorgulamaya başlıyor ve ne de güzel tahlil ediyor her şeyi. Nokta atışı yapıyor lafını sakınmadan. Diyor ki: Ben idealist ve baskıcı bir ortamda büyümüş, iyi olmadığım konularda kendimi üzmeyi, parçalamayı, yok etmeyi öğrenmişim. İyi olduğum yönleri ise o güne kadar pek önemsememişim. Çünkü benim öğrendiğim, zaten kötü bir yönün varsa, iyi yönlerinin pek de iyi olmadığı aslında… Ve devam ediyor: Eksikliklerimize takılıp, güçlü yanlarımızı çöpe atmak. İyi olamadığımız konuları gözümüzde devleştiriyoruz ve her şey bunlardan ibaretmiş algısına kapılıyoruz ve sonunda da değerimizi bu konulardaki ‘başarısızlıklarımızla’ ölçer oluyoruz. Halbuki, şöyle bir bakış açısı da var: Bu konuda iyi olmamam belki de benim yararımadır. İyi olduğum ve kendimi daha güçlü, daha bütün hissedeceğim konuları keşfetmem için bazı şeylerde de yetersiz olmam gerekiyordur. Olamaz mı?

27 yaşımdayım ve hiç böyle düşünmemiştim şimdiye kadar. Düşünmemişim ki kendi kendime kurduğum yetersiz, başarısız, güçsüz beni cezalandırmak istemişim. Bir ispat çabasına girmişim. İyi olduğum, başarıyla altından kalkacağım, övgü ve takdir toplayacağım bir yol aramışım. Ve yemek yememeye başlamışım. Kendime değer vermemem, şefkat göstermemem ve hep “hayır bu yeterli değil. Daha fazlasını yapabilirsin” diye yaklaşmam beni bu girdaba sürüklemiş. Kontrol etmek istemişim…

Sevgili Arzu Özev, yogayı ve nefesin duygularımızı yönetebilmemiz üzerindeki etkisini keşfetmeye başladıkça fiziksel bedeniyle arasında bağ kurabildiğinden, onu duymaya başladığından ve bedeninin içinde ruhunu bulmaya hep bir adım daha yaklaştığından bahsediyor. Duygularım iyileşiyor. Yogayla birlikte bakış açısının değiştiği konu başlıkları arasında kontrolün de olması beni şaşırtmadı. Ama kontrol ve teslimiyet gibi iki kavramı son derece yalın ve zorlamasız bir şekilde buluşturması önümde yeni bir bakış açısı açtı. Sanırım bu ikisini hep birbirinin tam zıttı addettiğim, dahası teslimiyetçiliği ayıp, tembellik, beceriksizlik olarak algıladığım için. Şöyle diyor Özev: “…kontrol ve teslimiyet arasındaki ince çizgi” Elimden gelenin en iyisini yapmak konusunda sorumluluk almak ama sonuçları üzerinde yapabileceğim bir şey olmadığını kabul etmek. Yani ne vücuduna ve ruhuna şiddet uygulamak pahasına kontrolcü, plancı olmak ne de hiçbir şey yapmadan oturup bir şeylerin olmasını beklemek. Bunu başarmak elbette kolay değil. Orta yolu bulabilmek, ikisi arasındaki dengeyi kurabilmek bir sanat… Doğru muhakeme becerisiyle gelecek bu sanatı da yogi Joel Kramer şöyle açıklamış: “Yoga, kontrol ve teslimiyet, zorlamak ve bırakmak arasında bir danstır

Zehirli Masallar üzerine konuşacak çok fazla şey var. Ben kitabı yeme bozukluğuyla mücadele eden ve bu yazıda ele aldığım kimi duyguları paylaşan bir okur olarak okudum ve öyle yorumluyorum. Kitabı okuyan herkesin yaşantılarına, karakterindeki kontrolcü-teslimiyetçi yönünün derecesine, ruhsal arayışında ne noktada olduğuna ve kendi sesini ne kadar derinlere bastırmış olduğuna göre farklı çıkarımları olacak elbette. Ama bitirmeden önce kısaca değinmek istediğim iki nokta daha var.

Aynı kontrol-teslimiyet kavramları arasındaki ilişkide olduğu gibi bağlılık ve bağımlılık arasında da bıçak sırtı bir durum olduğundan bahsediyor Özev. En iyisi ondan dinleyelim: “Bağlılık koşulsuz sevgiden ibaret; bağlar kopsa bile devam edebilecek bir sevgiden. Bağımlılık ise insanı ezeli-ebedi yalnızlık korkusundan kurtaracağı sanrısıyla kandıran, onun özgürlüğünü kısıtlayan, içinde sömürü, çıkar barındıran ve bağımlı olunanın yokluğunda insanı karanlıklara sürükleyen bir deformasyon. Bağımlılıklar ne kadar fazlalaşır ve derinleşirse içinden çıkmak, kendimizi özgür kılmak bir o kadar zor oluyor. Ve belki de bu sırada yani biz bağımlılıklarımıza –bu ailemiz de olabilir, arkadaşlarımız, işimiz, çocuklarımız ya da mesela yeme bozukluklarımız– gömüldükçe, onları kendimize zırh belledikçe kurabileceğimiz bir sürü güzel bağı kaçırıyoruz. Sevgi bağlarına da bağımlılık gibi bakıyor, hem kendimizi hem de karşımızdakini kısıtlayıcı ve bunaltıcı birlikteliklere çekiyoruz. Bağımlılıkların bir diğer tehlikeli yanı ise kendi gerçeklerimizi yok sayma ve unutma pahasına başkalarının gerçeklerini kendimizin sayıyor, asıl hakikatimizden uzaklaşıyoruz.”

En güzel kısmı sona sakladım. Zehirli Masallar asla zehir saçmıyor. Okuyanı korkutmuyor, umutsuzluğa çağırmıyor veya işleri daha da içinden çıkılmaz bir duruma sokmuyor. Hayır, asla. Ciddi konulardan bahsediyor, bu doğru. Hem de çok ciddi. Hatta kitabı elinize aldığınızda, önce “Yeme Bozuklukları Hakkında” isimli bölümü (sayfa 239’u açmanız gerekiyor) okursanız, Özev’in ne kadar ciddi şeylerden bahsedeceğini ama tam da neden bunu yapması gerektiğini anlayacaksınız. Yine de, birçok yerde açık açık vurgulanan inanç ve umut kitabın tümüne yayılmış durumda. Bunu hissetmemeniz mümkün değil. Hele de şunu okuyup hem meraklanmadan hem de aydınlığın kuvvetli ışığını görmeden durabilir mi insan: “Tüm bu anılar geçmişte yer yer beni acı içinde yakmış olsalar da, her birinin; içimdeki gücü dışarı çıkarmama yardımcı, ruhumu dürterek uyandırmaya vesile olan birer mihenk taşı olduğunu yıllar içinde hikâye çözülmeye başladıkça anlayacağım. Ve madalyonun bir de diğer yüzü olduğunu tabii…

…Karanlık olmazsa, aydınlık da olmazmış. Her ne oluyorsa, seni yaşamının bir sonraki aşamasına taşımak için oluyormuş, ama gel de işin içindeyken anla sen onu.

Sevgili Arzu Özev, yıllar içinde meditasyonlar, günlük pratikler ve karma yoganın sonucu olarak olumsuz duygu ve düşüncelerinden çok büyük ölçüde kurtulduğunu, kendine değer vermeyi ve şefkatini –tabii vücudunu da– beslemeyi öğrendiğini söylüyor. Ve bu süreci içten, samimi bir şekilde paylaşıyor. Zehirli Masallar’ı okuduğumuzda bütün sorunlarımız elbette çözülmeyecek ama birçok şeyin farkına varabiliriz ve belki de bize çıkış yolunu gösterecek ilk yön işareti bu kitapta bir yerde gizli.

Yazan: Burcu Uluçay
https://yalnizanoreksi.wordpress.com/

Yorumlar yapılamaz.